Sayfalar

08 Kasım 2006

Eskiçağ Dünyasından Sanat Haberleri

Yaşlı Plinius’dan ressam Apelles üzerine bir kaç anekdot



Bu çalışmada Plinius’un, “Historia Naturalis” adlı eserinin güzel sanatlardan söz ettiği XXXV. kitabından dizi halinde bazı sanatçı anekdotlarına değinilmektedir. Böylece geçmişten gelen sanat eserleri kadar onları üreten el ve zihni taşıyan sanatçılar üzerine de görüş sahibi olabiliriz. Bununla beraber bize bu görüşü veren kaynak, eskiçağda yazar Plinius’a da daha geçmişten gelen fısıltılardı.
Burada, ilk olarak ilginç yapısıyla ressam Apelles ele alınmıştır.

Günümüzden ortalama on iki bin yıl öncesine uzanan, insanların suya yakın, yaşamaya uygun bir yerlere yerleşip, toprağı ekip biçmeleri ve hayvanları evcilleştirmeleri sonucu gelişen medeniyetin izleri, bugün Neolitik Dönem olarak adlandırılmaktadır. Bu, dünyanın her ülkesinde yaşanmış bir dönem değildi. Asya ve Akdeniz medeniyetlerin önemi de buradadır. Örneğin, İngiltere’nin Neolitik Dönemi, M.Ö. II. yüzyılda (dikkat, bin yıl değil), Roma dünyasıyla başlar.

Anadolu’nun başarısı ise, binlerce yıldır, bağrında geçmişin önemli izleri barındırmış olmasıdır. Doğu’da, Mısır, Mezopotamya, İran, Asur ile beş bin yıllık, Batı’da başta Girit olmak üzere zamanla Trakya, Yunanistan ve İtalya’ya ile olan üç bin yıllık siyasi ve kültürel alışverişin yanı sıra, Hititler’den itibaren Anadolu’ya da özgün gelişen kültürleri de görmekteyiz. Bunların her aşamasının sanat eserleriyle, mimariyle, efsanelerle ve eskiçağa ait çeşitli yazılarla belgelenmiş olması nedeniyle Anadolu, geçmişten gelen kültür silsilesinin çizgisini başarıyla sunabilmektedir.

Neolitik çağda, toprağın bereketi, doğurganlığı ve canlıları besleyişi ile kadının doğurganlığı ve çocuğunu besleyip büyümesi arasında bağ kurulması sonucu toprak, ana sayılmış ve Kibele ile simgeleştirilip, kişileştirilmişti. Bu yüzden Kibele, tanrıların, insanların ve tüm hayvan ile bitkilerin anasıydı. Su olmadan toprağın bir şey vermeyeceğini anlayan eskiçağ insanı, bakışlarını göğe çevirmiş ve yağmurun toprağa verdiği yararı anlamıştı. Böylece erkek olarak niteledikleri göğün, yağmur aracılığıyla, toprağı döllediğine inanmışlardı. Tıpkı, erkeğin de kadını döllemesi gibi.

Zaman geçtikçe, canlıların yaşaması için insanların saygı duyacağı değerler de artmaktaydı. Buna karşın, toprak ve suya duyulan saygı hep baş yerdedir. Nitekim, Neolitik çağdan itibaren, insanların, toprak ve suyun şekillendirdiği kaplardan yola çıkarak dinsel anlam taşıyan eserler yapma alışkanlığı, azalmadan günümüze değin gelmiştir.

Nitekim Plinius, “Historia Naturalis” adlı eserinin bir yerinde şöyle der:
“…Bugün bile pek çok yerde bu türden heykeller durmaktadır; tapınakların alınlıkları bile bu kalabalık kentte ve kasabalardaki olağanüstü kabartmalı ve sanatın gücüyle, altından daha değerli ve kuşkusuz, daha tehlikesiz, kutsal yerlerde bugün bile bu zenginlikler arasında, sadece çiçek kabartmalı vazolar ya da kristaller için değil, kilden yapılmış küçük kepçeler için bile tanımı tarifsiz bir içtenlikle Toprak’a teşekkür edilmelidir. Eğer bir kimse, toprağın ürünleri olan şarabı, meyveleri, bitkileri, ayrıca fundalıkları, ilaçları, madenleri ve şimdiye dek bahsettiğimiz konuları tek tek ele alırsa, toprağın lütuflarını görmezlikten gelebilir…”

Toprak ve sudan yaratılan eserler, sanatın bir çok dalının oluşmasına yol açmıştır. Resim de bunun bir parçasıdır. Burada, anekdotlara geçmeden once, eserinde ondan bahseden Plinius ve ressam Apelles’le ilgili kısaca bilgi verelim:

M.S. I. yüzyılda yaşamış olan Romalı Yaşlı Plinius, çok az uyuyan biriydi. Bir kölesi, ona sürekli kitap okur, o da notlar alırdı. Uzmanlar, yazarın açık, anlaşılır bir dile yazmaya özen gösterdiği, fakat eserin, aceleyle kaleme alındığı, buna karşın, antik çağlarda bilinen bütün bilim alanlarına ilişkin geniş bir bilgi içeren, eşsiz bir yapıt olduğu görüşündeler. Öğrenmeye olan ilgisi nedeniyle, Yaşlı Plinius, volkanik bir patlamayı yakından incelemek üzere başını bir yastığa dayayarak ilerlemeye çalışmış, fakat kükürtlü buhardan boğularak ölmüştü. Günümüze ulaşan başlıca eseri olan “Historia Naturalis,” 37 kitaptan oluşan, ansiklopedik bilgilerin yanı sıra yazarın kendi deneyimlerine dayanarak ele aldığı çeşitli konulardan oluşmaktadır. Eserin 1. kitabı, “içindekiler” kısmından ve yararlandığı kaynakların listesinden oluşmaktadır. 2. kitap, evrenin matematiksel ve fiziksel anlatımı; 3-6. kitap, Avrupa, Asya ve Afrika’nın coğrafya ve etnoğrafyası; 7. kitap, antropoloji ve insan fizyolojisi; 8-11. kitap, zooloji; 12-19. kitap, botanik; 20-27. kitap bitkilerden yapılan ilaçlar; 28-32. kitap, hayvanlardan elde edilen ilaçlar; 33-37. kitap mineraller, madenler ve güzel sanatlar üzerinedir.

Eskiçağda büyük bir ressam olan Apelles ise M.Ö. IV. yüzyılın başlarında, eski İonia bölgesindeki (İzmir ve Çevresi), Kolophon kentinde (bugünkü Değirmendere) dünyaya gelmiştir. Efesli ressam Ephoros ve Sicyonlu Pamphilos’dan ders aldı. Korint, Atina ve Makedonya’ya gitti. Bazı porte çalışmaları yaptıysa da, ününü resimlerine borçluydu. En ünlü resimlerinden biri Anadyomene Afrodite idi. Apelles, Büyük İskender’in de sevdiği bir ressamdı. Ayrıca Apelles, yanmış fildişinden siyah renk elde etmeyi de başarmıştı.

Burada aktaracağımız alıntıların, Plinius’un 35. kitabının 36. bölümü, 79-92. satırlarında geçtiğini de belirtelim.

Plinius’un yazdıklarına göre; Rodos’lu sanatçı Protogenes ve Apelles arasında mantık ayrımı bulunuyordu. Apelles, fazlasıyla zahmet ve özen isteyen, aklın boyutlarını aşan Protogenes’in eserlerine hayran kalıyor, fakat kendisinden başka bir övgüyle bahsedermiş. Sözgelimi, Apelles, her bakımdan kendisinin Protogenes’e denk olduğunu, hatta onunkilerin daha iyi olduğunu, fakat bir bakımdan kendisinin üstün geldiğini, bu da elini resimden ne zaman çekeceğini bildiğini söylemişti. Apelles, aşırı özenin çoğu kez zarar verdiğine dair dikkate değer bir öğütte bulunmuştu.

Kavnos doğumlu Protogenes, Rhodos’da yaşıyordu. Apelles, onun eserleri hakkında bilgi sahibi olma hevesinde olduğu için gemiyle Rodos’a bir yolculuk yapmıştı, çünkü ününü biliyordu. Adaya varınca, gecikmeden atölyesinin yolunu tuttu. Fakat, Protogenes o sırada orada değildi. Atölyede, geniş ebatlardaki bir dolabın üzerinde duran tabloyu yaşlı bir kadın bekliyordu. Bu kadın, Protogenes’in dışarıda olduğunu belirtti ve ona söyleyeceği bir şeyi olup olmadığını sordu. Bunun üzerine, “Şunu söyle,” der Apelles ve fırçayı alıp tablonun üzerine belli belirsiz biçimde bir çizgi çizer. Ve Protogenes geri döndüğünde, yaşlı kadın olanları ona anlatır. Sanatçının derhal dikkatlice tabloya baktığı ve Apelles’in gelmiş olduğunu anladığı, çünkü başka birisinin böyle bir şeyi başaramayacağını söylediği söylenir. Ve ardından kendisi de başka bir renkle özenle çizginin üzerinden geçer, eğer Apelles geri gelirse, kadından, bunu ona göstermesini ve bu adamın aradığı kişinin kendisi olduğunu söylemesini ister. Ve öyle de olur. Apelles tekrar gelir ve yenilmekten utanç duyduğu için, üçüncü bir renkle, daha fazla yer bırakmaksızın çizgileri böler. Bunun üzerine Protogenes, kendisini yenilmiş kabul ederek, limana gider, yabancıyı aramaya başlar ve herkesin, özellikle de sanatçıların hayran kalması için bu tablonun gelecek kuşaklara aktarılmasına karar verir. Sözde, rakipleri arasında dost Protogenes’in içtenlikle Rodos için onur olduğunu saptayan ilk kişi de bu Apelles’ti.

Plinius, çizgilerden başka hiçbir şey ifade etmeyen, bu tablonun, yıllar sonra, Caesar’ın Palatium’daki sarayında, bir yangında yok olduğunu duyduğunu belirtir.

Söylenenlere göre, Apelles’in bundan başka düzenli bir adeti vardı, çalışma gününün öyle meşgul edilmesine izin vermezdi, öyle ki, “çizgi yaparak, sanat uygulanamaz,” sözü, onun deyişi haline gelmişti. Aynı şekilde bitmiş eserlerini okulda gelip geçenlere sergiler ve kendisi de tablosunun arkasına gizlenir, onların dile getirdiği kusurları dinlermiş; kendisinden ziyade halkın yargısına daha fazla önem verirdi. Bir tablosundaki sandaletlerin içinde birini diğerinden daha içeride betimlediği için bir ayakkabıcı tarafından eleştirildiği, bir sonraki gün ise aynı küstah düzeltmen tarafından bu sefer de resimdeki bacağın alaya alındığını görünce, kızgınlıkla yerinden çıkıp, ayakkabıcıyı, sandalet dışında yargıda bulunmamasını ima edercesine uyardığı söylenir.

Apelles, gerçekte kibar biriydi. Bu kibarlığı yüzünden, Büyük İskender sık sık atölyesine gelirdi. Buna karşın, Büyük İskender, atölyesinde resim hakkında bilmeden pek çok şeyden bahsedince, renkleri bildikleri için çocuklar tarafından bile alaya alınacağını belirterek Apelles, krala kibarca uyarıda bulunmuştu. Ressamın, Kral İskender’in üzerinde o denli büyük etkisi vardı ki, bunu yapan başka biri olsaydı, kral öfkeye kapılabilirdi. Buna karşın, İskender, ona oldukça önemli bir teklifte bulundu. Apelles’e, güzelliğine hayran olduğu için, kadınlarından Pancaspe adındaki sevgilisini çıplak halde resmetmesini buyurur. Fakat, çok sürmez, Apelles, çok belli ettiğinden dolayı, İskender, onun kadına aşık olduğunu anlayınca, kendisi akılca büyük, fakat ressam, herhangi bir zaferden hiç de daha değersiz olmayan kendi sanatında büyük olduğu için, bu kadını ona armağan eder. Plinius’a göre, Apelles’in eserlerinden, Anadymone Afrodite için (Denizden Yükselen Kadın) bu kadının model alınarak resmedildiğini düşünenler vardı.

15 Ocak 2006

Dil Fıkraları

Dil bilmenin, dilin önemini belirten birkaç fıkra ve bazı sözler:

EZOP UN HAYAT ÖYKÜSÜNDEN BİR ALINTI
Diller de Diller

Köle Ezopun efendisi Samoslu filozof Ksanthos bir gün, çok değer verdiği bilgin arkadaşlarını ziyafete çağırır. Alışveriş etmesi için Ezopu pazara gönderir.
-İhtiyacın kadar para al, git ve beni utandırma. Arkadaşlarım için bulacağın en iyi, en yararlı yiyecekleri satın alı.
Ezop alışverişe çıkar. Yolda kendi kendine konuşur.
-Bana aptalca siparişler vermemen için sana bir ders vereceğim Ksanthos.
Çarşıya varınca, neyin olup olmadığına bakmaz, birkaç dil satın alır. Eve gelir, hazırlar ve yemek zamanı her misafirin tabağına sirkeli rosto halinde bir dil koyar.
Herkes tabağındaki ilk yemekten memnun kalır. Lezzetinden dolayı Ezopu kutlarlar. Yemeğe de filozof adını koyarlar, çünkü felsefenin en derin anlamlarını gerçekte ifade eden dildir.
Daha sonra Ezoptan ikinci yemeği getirmesini isterler. O da limonlu ve yağlı, haşlanmış dilleri getirip, servis yapar. Üçüncü yemek de fırında kızarmış dildir. Misafirler şaşkınlıkla bakışır ve alaylı bir biçimde bu kadar dil yemekten kendi dillerinin ağrıdığını söylerler! Ksanthos öfkeden kıpkırmızıdır, arkadaşımıza sorar:
-Başka yemeğin yok mu?
-Yok.
-Bre lanet olasıcası. Sana pazarda bulduğun en yaralı yiyecekleri satın almanı buyurmadım mı? Bize sadece dil mi getirdin? Başka bir şey bulamadın mı?
-Bana davetlilerinizin önünde böyle hakaret ettiğiniz için teşekkür ederim. Böylece bu kişiler farkımızı görebilecekler. Hepiniz söyleyiniz, dilden daha iyi, daha yaralı şey nedir? Bütün hayatımızı dilimiz düzenler. Eğitimimiz ve öğrenmemiz buna bağlıdır. Sevgimizi ve nefretimizi dille belirtiriz. Dille evlilikler sağlanır, ülkeler kurulur, insanlar her çeşit tehlikeden kurtulurlar. Bütün hayatımız buna dayanır. Dil olmazsa, nasıl yaşarız? Bana öyle geliyor ki, dünyada dilden daha iyi, daha yararlı hiçbir şey yoktur.
Filozoflar, Ezopun birer birer söylediği bütün bunları dinleyerek, Ezopun haklı, Ksanthosun haksız olduğuna karar verirler.

Bunun üzerine, çatalın ve bardağın, ama bilgeliğin de arkadaşları verdiği komutlar yüzünden Ksanthosu hatalı bulurlar.
Ksanthos da onları ikna etmeye çalışır, bazı şeylerin kendi yüzünden değil, bu sefil kölenin kötülüğünden olduğunu söyler:
-Durun, der Ksanthos. Ona yemek için sizin önünüzde sipariş vereceğim ve yarın yine hep birlikte yemeğe gelin.
Sonra da Ezop?u çağırır:
-Dinle Ezop. Arkadaşlarım yarın eve yine yemeğe gelecekler. Sabah sabah çarşıya gidecek ve yemek için bulacağın en kötü, en zararlı şeyleri satın alacaksın. Duydun mu?
Ezop, yine siparişin doğru verilmediğini göstermek amacıyla sabah sabah çarşıya gider ve yine dil satın alır. Bunları hazırlar, masaya yerleştirir. Misafirler ilk tabağa bakarlar ve aralarında mırıldanırlar:
-bugün de mi dil yiyeceğiz?
Ksanthos çok sıkılmış halde, arkadaşımıza sorar:
-Bugün de mi dil yiyeceğiz? Herkesin önünde sana en kötü, en zararlı yiyeceği satın almanı söylemedim mi? Sen bize dilin en iyi yiyecek olduğunu söylememiş miydin?
-Evet, ama dilden daha kötü, daha zararlı ne vardır? Dil yüzünden ülkeler yıkılmaz mı? İnsanlar ölmez mi? Yalan düşünceler, zararlar hep dille olmaz mı? Onun yüzünden boşanmalar olmaz mı? Devletler yok olmaz mı? Tahtlar ve krallar altüst olmaz mı? Dünyada dilden daha kötü ve daha zararlı ne vardır?


MEVLANA TARAFINDAN AKTARILAN İKİ ALINTI
Dilci ile Dümenci

Gramer üstadı güverteye çıkıp,
-Gramer bilir misin sen ey dümenci? demiş.
Ne desin garip dümenci,
-Bilmem üstadım, yanıtını vermiş.
Bunun üzerine bizim bilgin:
-Eyvah, demiş kibirli, -Gitti ömrünün yarısı!
İçerlemiş bu söze dümenci, ama belli etmemiş.
Az sonra bir fırtına patlamış, bir fırtına ki,
Ne direk kalmış gemide, ne de yelken.
Dümenci koşup üstada sormuş:
-Muhterem, yüzme bilir misin sen?
Bilgin, şaşkın:
-Yok, demiş, Suyun üstünde bile duramam!
-Eyvah, demiş dümenci, Gitti ömrünün tamamı!

İki evladı kavga eden bir baba, onları dizinin dibine oturtup, biri İranlı, biri Türk, biri Arap, biri de Rum dört arkadaşın, bir hiç yüzünden nasıl kavga ettiklerini anlatmış:
Dört yoksul arkadaş yolda giderken, iyi yürekli bir adam onlara para vermiş. Parayla beraber kavga da başlamış. İranlı, pazara gidip engür (Farsça, üzüm) alalım bu parayla diyormuş. Arap, hayır engür değil, eynab (Arapça, üzüm) alalım diyormuş. Türk, bırakın kavgayı, biz en iyisi üzüm alalım bu parayla derlen, Rum, stafil (Rumca, üzüm) dururken üzüm de yenir miymiş? Diyormuş. Böylece, aynı şeyi istediklerini bilmeyen dört arkadaş, kafa göz yararak bir kavgaya tutuşmuşlar.
Kıssadan hisse: Cahillik öfkeyi körükler ve de çoğu kavga bilgisizlikten kaynaklanır.


ANTİK DÖNEM YAZARLARINDAN BAZI SÖZLER


Eğer dilini tutmazsan, başına felaket gelir (Euripides)


Boşa konuşmak, kötülüktür (Homeros)


Gevezeliğe meyilli olmak, sözü boş ve anlamsız yapar (Plutarkhos)


Felsefi tartışma, dilin alıştırmasıdır (Astydamas)

Yeni Yıl Hakkında

Geçmişi görkemli Anadolu toprakları üzerine yeni bir yıl daha gelmekte. Bu yıl nasıl geçecek acaba? Çünkü, yılbaşı kutlama şeklimiz yıldan yıla ana amaçtan uzaklaşmakta; kullandığımız süslemeler fiyatta pahalı ama gerçekte adi, ucuz, dahası sembol özelliklerini kaybetmiş nesneler. Kahkahalarımız, gerçekten uzak, yapay hale dönüşmüş durumda. Kısaca, görüntümüz komedi. Belki de bu sonucu, insan olmanın, doğayla uyum içinde yaşamanın ana amacından uzak kalmak, uzak yaşamak yol açmakta. Anadolunun on bin yıllık deneyimi, köklü alışkanlıkları her geçen yıl eriyip gitmekte. Bilinçsizce, salt eğlenmek amacıyla kutlanan her yılbaşı sonrasında başarısızlık çıkmakta ve utanmadan bunun suçunu uğursuz geçen bir önceki yıla yüklemekteyiz. Peki ama niye? Nerede yanlış yapıyoruz? Neden başarı, mutluluk dolu dileklerle girmeye çabaladığımız yılı, yorgun ve ümitsiz bitiriyor ve umudumuz yarınlara kalıyor? Ne zaman gelecek bu yarın ve neyi temsil etmekte?
Gelin bu sene biraz değişik olsun. Sorular eşliğinde, eski insanların adetleriyle eski yeni yılların kaygısını, neşesini ve amacını ele alalım. Bunu yaparken, sorularımızın kısa, yanıtlarımız anlaşılır olmasına özen gösterdik.

Her şeyden önce yılbaşı, niçin Aralık ayının sonuna gelir?
Yanıtı açık: Önceleri Ay, daha sonra Güneş esasına dayalı olarak tarım adetlerine göre düzenlenen takvimde Aralık ayı, yaşam kaynağımız olan Güneş ışığının en etkisiz ve yer küremize en uzak kaldığı, ayrıca tarımda da toprakla uğraşacak herhangi bir işin bulunmadığı zamanı içermektedir. Ocak ayından itibaren, (özellikle 25 Aralık?tan sonra) Güneş, gittikçe bize doğru yaklaşacak olan altı aylık yaz yolculuğuna başlayacaktır. Bu nedenle Hıristiyan kiliseleri, 25 Aralığı dünyanın ışığı olarak gördükleri İsa nın doğum günüyle eş tutmakta ve Noel adı verilen bu Kutsal Haftayı coşkuyla kutlamaktalar.
Bununla beraber, halk hesabına göre, ayların başı, şimdiki tarihimizden 13 gün sonrasına dek düşerdi. Bu nedenle, ayın bu tarihinde de yeni yılı kutlayanlar olmaktadır.
Buna karşın, önceleri yeni yıl, baharın müjdecisi olduğu için, Mart ayında kutlanırdı. Nitekim, yeni yıl, bazı yerlerde bu zamanda da kutlanılmaktadır. Bununla beraber, öğrendiğimize göre tohum atma ayı olan Eylül ayı da (özellikle kilise tarihlendirilmesi olarak geçer) eskiden yeni yıl olarak kutlanırmış. Fakat, yılın hangi ayında olursa olsun, yılbaşı binlerce yıldır aynı coşkuyla kutlanmıştır.

Yeni yılda niçin bolca yer ve eğleniriz?
Yanıtı yine açık: 365 günlük yeni bir zaman dilimine girileceğinden, halk arasında nasıl girilirse, öyle sürer inanışıyla, her yeni yılın şans getirmesi dileğiyle neşe içinde geçirilmesine çalışılır. Çünkü eski insanların kaygıları büyüktü, en büyük tehlike de açlıktı, kıtlıktı. Yaşamak bir şans ve kader eseriydi. Bu yüzden, yeni yıla girerken bereket olsun, bolluk olsun diye çeşitli yiyecekler hazırlanır, ayrıca yılın bu zamanında kaderi değiştirecek şans oyunları da oynanırdı.

İyi yıllar sözü ne anlama gelmektedir?

Yazık ki, bunun yanıtını günümüzde az kişi bilmekte. Deyim, sağlıklı olmayı dileyen bir sözdür. Ama sağlık, gıdaya bağlıdır. Ve iyi yıllar sözü de tarladaki ürünün bol ve bereketli olması anlamına gelmekte. Çünkü bu zamana değin, toprağa ekilen ekin, kısa sürede toprağın altında, toprağı dölleyecek ve bir zaman sonra da filiz olarak yeryüzüne çıkacaktır. Bu nedenle, bir tür sihirli söz olarak, yılın bu zamanında, toprağa ve tohuma destek olmak amacıyla Anadolu ve tüm tarım ülkelerinde söyleyiş şekli ya da dili farklı olsa da aynı anlamı taşıyan iyi yıllar (nice yıllar = iyi beslen, uzun yaşa) sözünü özellikle yılbaşında herkes her gördüğüne söylemektedir.

Yeni kelimesinin taşıdığı içerik ne olabilir?
Bu ancak yorumla yanıtlanabilir. Buna en yakın kelime, Eski Yunancada bulunan ve aralıksız kullanıla gelen yenno fiili olabilir. Anlamı doğuruyorum; doğan demektir. Nitekim, Yunancada Ocak ayına verilen isim de yenaris dir ve bunun anlamı, bir tür yeni doğan yıl olarak düşünülebilir. Ve doğan, dünyaya gelen her şey, aslında yeni sayıldığı da göz önüne alınmalıdır.

Çam ağacını süslemek ve maskeler takmak niye?
Nedeni kapsamlıdır. Yerleşik hayata geçmek, her toplumun aynı anda başardığı iş değildir. Doğal ortam ve iklim koşulları önemlidir. Bu bakımdan Anadolu, dünyanın en şanslı coğrafyası içindedir. Buzulçağı sonrası Asyada oluşan kimi bitkiler, Mısır Ülkesine ve Nil nehrine ulaşmasının ardından, çok sürmeden Anadolu ya da geçmiş ve aralıksız olarak üretimi sürmüştür. Tarım ve hayvancılık, Anadolunun on bin yıllık zenginlik kaynağıdır. Bölge, bereketi nedeniyle insanların göç edip yerleştiği yerdir. Buradan kaçıp gitmeyi de geçmişteki halklarının hiçbirinin aklından geçmemiş, tersine onu kaybetmemeye çalışmış, uğruna çetin savaşlar yapmış, hemen hemen tümünü kazanmışlardır. Anadolu insanı, tarihin her evresinde doğanın verdiği nimetlere teşekkür etmiş, kutsal törenler yapmıştır, hiçbir hile ve leke olmaksızın. Çam ve meşe ağacı ise en eski çağlardan beri insanoğlunun kadim dostları olmuşlardır. Çam, yaprağını dökmeyen, kışın şiddetine direnen bir ağaçtır. Günümüzden 4-5 bin geriye uzanan ve Anadoluya hakim olan Hitit söylencelerinde, çam ağacına asılan torbadan bahsedilir. Metinlerde eia olarak geçen bu ağaçda koyun derisinden yapılmış bir avcı çantası asılı olurdu. İçinde besili sığır ve koyun sembolleri; üzüm ve hububat; uzun yıllar ve nesiller ve de bolluk, bereket ve tokluk bulunurdu.

Bunun, yeni yılla bağıntılı olduğuna dair bir örnek daha ister misiniz? Peki, bu, hem eski zamana ait olan, ama biraz daha günümüze yakın olan ve Anadoluyu içeren, ama başka bir ülke insanının kaleminden çıkan bir örnek olsun mu?
O halde, Roma dünyasından, Latince yazılmış bir metne bakalım: Romalı ozan Vergiliusun (M.Ö. 70-19) belirttiğine göre Troia dan (Çanakkale) çıkan bir boy olan Ausonii, yani İtalyanlar, ağaç kabuğundan yapılmış maskeler takar ve şarap tanrısı Bacchus (Dionysos) için kaba, açık-saçık şiirleri şarkı halinde söylerler, belki nazarı önlemek için de çam ağacına muskalar takarlarmış. Bu türden etkinlikler, ürünün bereketini arttırmak için yapılırmış. Oyuncular, ayrıca, hayvan postundan yapılmış maskeler de takarlarmış.
Kuşkusuz, hayvan şekline bürünmek, totemciliğe dek uzanabilir. Ayrıca, yılbaşında süsleme yoluyla hep iyi, güzel ve hoş şeylerin olması esas alınırdı.

Kuruyemişler yılbaşında neyi simgeliyor?
Kuruyemişler, eski insanlar için kışın başlıca besin kaynağı sayılırdı. Çünkü kabuklular, kolay bozulmazlar, çürümezler ve de önemlisi besleyicidirler. Dolayısıyla, bereketin bolluğun olduğu yerde onların da özel bir yeri vardır. Doğaya, toprağa yakın olan insanlar, asla topluma zararlı bireyler olmamışlar ve asla toprağa hoyrat davranmamışlardır. Bu adet, bugün de sürmektedir. Bu insanlar, toprağın her ürününü nimet saymaktadır. Bu arada, Nimet, binlerce yıldır Anadolu da anlamını koruyan, herhangi bir yozlaşmaya uğramayan bir kelimedir.
Eski insanların besin kaynakları konusunda yaşadığı bitmez bilmez sıkıntıları, barınma ve ısınmanın olmadığı her kara kış ortamında çekilen çileleri, yaşanan ölümleri olurdu. Aylarca çekilen yağmur, çamur, kar ve ayazın ardından baharın gelmesi ve havanın ısındığını görmeleri, dahası hayatta kalmış olmanın verdiği etki, mucizeydi. Bu yüzden bahar coşkusunun insanda ayrı bir önemi vardır. Bu yüzden, eski mitolojilerin çoğunda yılın altı ayının karanlık ve soğuk, diğer altı ayının da aydınlık ve sıcak oluşu anlatılır.

Çan neyi simgelemekte?
Çan, metal bir alettir ve halk arasında metal aletlerden çıkan sesin kötülüğü uzaklaştırdığına inanılır. Çünkü, var olmanın gereği, yaşadığımız dünyada zıt ikililer bulunmaktadır; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin gibi. Fakat, hepsi sonuçta iyi-kötü ikilisi içine girmektedir. Kötülüğü uzaklaştırmak için her dönem çeşitli yöntemler de bulunmuştur. Örneğin, kolay nazara gelen ineklere çıngırak takma alışkanlığı eskiden beri süregelmektedir. Bu nedenle, kötülüğü uzaklaştırmak, onu geride kalan yılda bırakmak amacıyla yılbaşında evin bir yerine, en çok da kapıya çan ya da çıngıraklar asılır. Böylece kapının açılıp kapanmasıyla çanlar ötecek ve kötülük içeriye giremeyecektir. Benzer amaçla, müzik de aynı etkiyi taşımaktadır.

Neşe, dans, eğlenmek, cinselliği de çağrıştıran bir etkense, böyle bir günde nasıl bir önemi var?
Bunun için Romalılardan ve Hititlerden de öteye (günümüzden 5 bin yıl geriye) gitmeye ve sayın Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ?ın sözlerine bakmak gerekir: Onun dediğine göre, Mezopotamya?da kurulan Sümer ülkesinin yazar ve şairleri daha çok Tanrılarla ilgili cinsel sevgiyi ele almışlardır. Onlara göre dünyadaki, özellikle Sümer ülkesindeki bolluk ve bereket, Tanrıların cinsel isteği ve çiftleşmesiyle meydana geliyordu. Önceleri evren Tanrıça Nammu, dipsiz bucaksız bir su halindeydi. Tanrıça bu suyun içinden bir dağ çıkarıyor. Hava Tanrısı onu ikiye ayırıyor. Üstü Gök Tanrısı, altı Yer Tanrıçası oluyor. Gök Tanrısı, üzerinde hiç bitkisi olmayan, kutsal ve el değmemiş bakir toprağa dizini dayayıp tohumunu yerin dölyatağına döküyor. Göğün bol tohumu ile yer gebe kalıyor ve yavaş yavaş bitkileri, ağaçları, kamışları doğuruyor. Diğer taraftan bunların beslenip büyümesi de gerek. Bunun için Hava Tanrısı yağmuru, güneşi, bulutu düzene koymak üzere, bir boğa gibi dağa erkeklik organını dürtüp tohumunu boşaltıyor. Dağ, bir gün bir gece sonra yaz ve kışı doğuruyor. Bunlardan sonra gözlerini Fırat?a çeviriyor ve şaha kalkmış bir boğa gibi gururla penisini dikerek Fırat ve Dicle nehirlerine erkeklik suyunu saçıyor. Böylece Tanrıdan gelinlik hediyelerini alan nehirler büyük bir coşku içinde bitkileri, tahılları sulayarak besliyorlar.
Tanrı ve Tanrıçaların ilişkileri (altı ayı yer altında ve altı yeryüzünde geçiren Tanrıçalar misali), yeryüzünde nasıl temsil ediliyor dersiniz? Altı ay yeraltında kalan Tanrı Dumuzi, yeryüzüne çıkışında karısıyla birleşir. Sümer yazarları, bahar zamanına denk gelen bu birleşmeyi, bitkilerin yerden fışkırdığını, hayvanların doğurarak, yumurtlayarak çoğaldığını, böylece ülkeye bolluk ve bereket geldiğini düşünmüşler. Yeni yıl başlangıcı sayılan bu birleşmeyi, Tanrı yerine ülkenin kralı, Tanrıça yerine de bir başrahibe geçerek bir evlilik töreniyle simgelenmiş. Bu törenler, çalgılar, şarkılar, danslar, ziyafetler ve çeşitli şenliklerle kutlanır, ayrıca müstehcen sözler de söylenirmiş (Bkz. M.İ. Çığ, Ortadoğu Uygarlık Mirası, Kaynak Yy. İst. 2003, s.101-104).
Bu yüzdendir, Anadoludaki pek çok medeniyette, ilk tohumu toprağa kral ve kraliçe törenle atardı, bereketi veren tanrıların ardılları olarak; bu yüzden Sümer, Asur ve Urartu kralları sulama kanalları açmışlar ve bunlara düşmanlık besleyenleri lanetlemişlerdir. Bu yüzden toplumda saygın bir yeri olan çiftçi, pek çok dilde üreten anlamındadır.
Bu adetler, tarım yapmak amacıyla yerleşik hayatı seçen insanların yorumuydu. Anadolu da on bin yıllık tarım ve bunun yarattığı medeniyetler vardır. Medeniyetlerin adları değişmesine karşın, halkları ve yaşantıları yeni yeni sentezlerle süregelmiştir. Dünyada tarım düzeni, adetleri bu denli geriye uzanan, bunları belgeleyen yazılı kaynakları mevcut sadece birkaç coğrafi alan vardır; Hindistan, Çin, Asya, Mısır, Mezopotamya, Anadolu, Girit, ardından İtalya ve Yunanistan. Ötesi yok!

Peki bu durumda, bugün ülkemizde yaşanan tarım ve hayvancılık nefretini, katledilişini nasıl açıklamalı?
Bu soruyu, Anadolu geçmişini bilmeyen, yabancı çıkarlara hizmet eden eli bereketsiz siyasiler yanıtlamalı.

Yılbaşıyla ilgili herhangi bir batıl inanç var mı?
Öncelikle, yeni yıla girerken, eskisinden bir şey taşımamak için mekanlar temizlenir, tozdan, kirden arındırılır. Bu adet, yılın tüm önemli günleri için eskiden beri süre gelen bir alışkanlıktır. Bireylerin ve mekanların temizliği, kirden arınması, dinsel bir nitelik taşımaktadır.
Ayrıca, bereket kaybolmasın diye, yılbaşı günü evde buğday, un, pirinç, kuruyemiş gibi ürünler bulundurulur. Yılın ilk gününde de kimi yerde evin yaşlı bayanı, kimi yerde yetim olmayan bir çocuk, erken bir zamanda evden dışarıya çıkar çeşmeden kimseyle konuşmaksızın bir kaba su doldurup eve getirirmiş. Ayrıca yılın yeni gününde ayağı uğursuz olur diye kimse kimseyi konuk etmek istemez, çoğunluk ilk günü evinde geçirirdi.

Kısaca, bu yıl yeni yıla girerken ne yapmalı?

Ne istersek yapalım, ama aşırı tüketim olmadan, bereket kaybolmadan yiyelim, içelim, eğlenelim, iyi dileklerde bulunalım. Bize bu nimetleri veren, yabani bitkileri ehlileştiren atalarımızı ve toprağı da unutmayalım ki bizden sonraki kuşaklar da eğlenebilsinler.
İlla, bir şeyleri süsleyeceksek, apartman bahçemizdeki gerçek ağaçları süsleyelim, gerçek buğday, pirinç, başak tanelerini, bir avuç unu, şekeri kullanalım. Sonuçta aynı toplumun iyi ya da kötü yıllarca bir arada olan bireyleriyiz, birbirimize sıcak bakmak çok zor bir iş olmasa gerek, ya da en azından bunu dilemek, bunun tohumunu atıvermek.
Yeni yılın hayırlı ve uğurlu olması dileğiyle.

04 Ocak 2006

Ben Kimim?


Yrd.Doç.Dr. Sema Sandalcı


İstanbul'da dünyaya geldi. İlkokulu, Küçükyalı Halit Armay İlkokulu'nda; ortaokul ve lise eğitimini, Küçükyalı 50.Yıl Lisesi'nde tamamladı. 1986-1990 yılları arasında, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü Klasik Filoloji Latin Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı'nda yüksek öğrenim gördü. Aynı kürsüde, 1990-1993 yılları arasında -On İki Levha Yasası- konulu Yüksek Lisans ve 1993-1999 yılları arasında -Roma Yazınında Satira Türü ve Kadın- konulu Doktora çalışmalarını tamamlamıştır.

1993 yılından itibaren, Trakya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü'nde öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdürmekte, Eski Grekçe, Latince ve Eskiçağ Edebiyatı (Seçmeli) derslerini vermektedir.


Ulusal Kitap

2001- Roma Edebiyatında Satura Türü / Arkeoloji ve Sanat Yayınları-İstanbul

2003- Tanrıların Anadolu Toplantısı / Belge Yayınları-İstanbul


Ulusal Hakemli Dergi Makaleleri

2001- Eski Roma ile Bazı Yörelerimizin Günümüz Düğün Törenlerinin Benzerlikleri

Üzerine, Folklor / Edebiyat Dergisi (Ankara-Sayı:30, s.153-176).

2002- Eski Roma'da Babanın Aile Üzerindeki Otoritesi (Patria Potestas) ve Kadının Aile

İçindeki Yeri ile İlgili Genel Bilgi, Folklor / Edebiyat Dergisi (Ankara-Sayı:32,

s.171-176).

2002- Troia: Düş ve Gerçek Üzerine Bir Yorum, Arkeoloji ve Sanat (İstanbul,

Sayı: 109-110, s.57-60)

2003- Bereket Kaybolmasın Diye Geçmişten Günümüze Trakya'da Süregelen Hasat

Adetleri ve Başka Yörelerimizden Örnekler, Folklor / Edebiyat Dergisi (Ankara-

Sayı:35, s.153-174).

2004- Persius'un Saturaları- O, Başarısız Bir Şair miydi? Arkeoloji ve Sanat (İstanbul,

Sayı: 115-117, s.45-50)

2004- Aulus Persius Flaccus Üzerine, Lucerna Klasik Filoloji Yazıları (İstanbul, Klasik

Filoloji Dizisi No: 1, s. 45-51.


Ulusal Kongre ve Sempozyum Bildirileri

2002- Türkçe'de Yerleşik Kalan Eski Hellen-Roma Mitolojisi Kökenli Bazı Kelimeler

Üzerine, I. Edirne Kültür Sempozyumu (2002), Edirne 2005; s.197-206.

2005- Eski Yunan ve Roma Mitolojisinde Güreşin Köken İzleri, I. Kırkpınar

Tarihi Sempozyumu (2005) Edirne (Baskıda)

2005- Eskiçağ Yunan ve Latin Metinlerinde Trakya Suları ve Tarım Mitolojisine Genel Bir

Bakış, Trakya'da Sanayileşme ve Çevre Sempozyumu IV (TMMOB Makina

Mühendisleri Odası /2005) Edirne 2005; s. 501-511.


Diğer Yayınlar

Makaleler

2001- Şiirleriyle Bazı Klasik Müzik Bestecilerine de Esin Kaynağı Olan Romalı Şair

Catullus Üzerine, Orkestra Dergisi (İstanbul- Sayı: 306, s.16-23).

2002- Yanılıyorsam, Düzeltiniz?Orkestra Dergisi (İstanbul- Sayı: 326, s.14-20).

2002- Süryani Müziği Üzerine Bir Aktarım, Orkestra Dergisi (İstanbul- Sayı: 330, s.12-

32).

2003- Arkeolog ve Filolog Gözüyle Bir Müzik Panelini İzlemek, Orkestra Dergisi

(İstanbul- Sayı: 343, s.49-57).

2004-Arkeolog ve Filolog Gözüyle İkinci Bir Müzik Panelini İzlemek, Orkestra Dergisi

(İstanbul- Sayı: 349, s.12-19).

2004- Yazılı Kaynaklar Eşliğinde Klasik Dönem Roma Dünyasında Sahne Sanatlarının

Gelişimi Üzerine Tanıtıcı Bilgiler, Orkestra Dergisi (İstanbul- Sayı: 351, s.37-49).

2004- Çalmak Kelimesi Üzerine, Orkestra Dergisi (İstanbul- Sayı: 355, s.21-26).

2005- Eski Anadolu'da Yeni Yıl, Adam Sanat, (İstanbul, Sayı: 228/ Ocak, s. 11-14)

2005- Eskiçağdan İki Düğün Şarkısı, Adam Sanat, (İstanbul, Sayı: 229/ Şubat, s. 45-52).


Çeviri Kitaplar:

1997- Ezop'un Öyküsü (Modern Yunanca?dan), Belge Yayınları-İstanbul

88 sayfa; ISBN: 975-344-156-4

1998- Temel Garip-Todoron (Modern Yunanca'dan), Belge Yayınları-İstanbul

120sayfa; ISBN: 975-344-165

1999- Geleneksel Pontos Halk Tiyatrosu (Modern Yunanca'dan), Belge Yayınları-İstanbul

2001- Gracchus Kardeşler (Eski Hellence'den), Belge Yayınları-İstanbul

120 sayfa; ISBN: 975-344-243-2

2002- Troyalı Kadınlar (Eski Hellence'den), Arkeoloji ve Sanat Yayınları-İstanbul

72 sayfa; ISBN: 975-6561-21-2

2003- İzmir Masalları (Modern Yunanca'dan), Belge Yayınları-İstanbul

2004- Attika Retoriğine Giriş (Modern Yunanca'dan), Arkeoloji ve Sanat Yayınları-İstanbul

2004-Boğaz Gezgini (Roman, Modern Yunanca'dan), Pencere Yayınları-İstanbul

267 sayfa; ISBN: 975-8460-65

2004- Elektra (Dido Sotiriu) (Modern Yunanca'dan), Pencere Yayınları-İstanbul

80 sayfa; ISBN: 975-8460-73-0